👤

kurtuluş savaşı ile ilgili hikaye edici metin​

Cevap :

Metnimin Başlığı : KURTULUŞ MÜCADELESİ

Metnimin Konusu : vatanseverlik

Metnimde Yer Alan Kişiler : Atatürk ve cephe arkadaşları

Metnimde Olayların Geçtiği Mekân : Çanakkale

Serim Bölümünde Anlatacaklarım : Çanakkale’ nin işgali

Düğüm Bölümünde Anlatacaklarım : Çanakkele’ yi savunmamız

Çözüm Bölümünde Anlatacaklarım : Kurtuluş ve savaşın kazanılması

Çanakkale Savaşı veya Çanakkale Muharebeleri, I. Dünya Savaşı sırasında 1915-1916 yılları arasında Gelibolu Yarımadası’nda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan deniz ve kara savaşlarıdır.

Atatürk , Vekili Enver Paşa’ya bir mektup yazarak cephede aktif görev alma isteğini yineler: “Vatanın müdafaasına ait faal vazifelerden daha mühim ve yüce bir vazife olamaz. Arkadaşlarım muharebe cephelerinde, ateş hatlarında bulunurken ben Sofya’da ateşemiliterlik yapamam! Eğer birinci sınıf subay olmak liyakatinden mahrumsam, kanaatiniz bu ise, lütfen açık söyleyiniz.” der. Atatürk’ te komutan olarak mücadeleye devam eder.

Dünya Savaşının en kritik muharebeleri arasında yer alan Çanakkale Savaşı, aynı zamanda bu savaşın seyrini değiştirmiştir. Savaşa daha fazla uzatması ve pek çok ülkede iktidar değişikliğine sebep olmasıyla, çok önemli bir yere sahiptir.

Yazı kaynağı : www.forumsayfacevaplari.com

Kurtuluş Savaşı İle İlgili Hikayeler Nedir

Ateşten Gömlek Özet

Fadime Bacı

Nezahat Onbaşı’nın Hikayesi

Yazı kaynağı : kurtulus-savasi-ile-ilgili-hikayeler.nedir.org

Kurtuluş savaşı ile ilgili hikaye edici bir metin

Anzaklı Ömer’in Hikayesi

Amerika ‘ya gittiğim ilk yıllar.. New York’da Medical Center Hospital’da görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler.. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyordu. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında..

– Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?” dedim.

Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı.. Kolunu açtım, baktım pazusunda bir Türk bayrağı dövmesi var. Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim:

– Siz Türk müsünüz?

– Kaşlarını yukarıya kaldırarak “hayır” manasına bir işaret yaptı.

– Ama ben hala merak ediyorum. “Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?”

– Aldırma öylesine bir şey işte, dedi.

Ben yine ısrarla:

– Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım…

Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:

– Siz Türk müsünüz?

– Evet Türk’üm….”

İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı.. Anlatmaya başladı:

“Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de.. Orada savaşmak üzere bütün Hristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben, Avustralya Anzaklarındanım. İngilizler bizi toplayıp dediler ki:

– Barbar Türkler Hristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda.. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.

Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katıldık. Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale’ye sevk ediyormuş. Bizi gemilere doldurup Mısır’a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp Çanakkale’ye getirdiler.

Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler gibi geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş.

Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz, bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz, bizi gene püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz..

Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum. Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya.. Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar. İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok olmuştum doğrusu.

Dedim ki kendi kendime:

-‘Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler, ama öldürmüyorlar. Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi.. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler..’ Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla ‘Yazıklar olsun bana’ dedim. ‘Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış’ diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki.. Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce. Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte..”

Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk… Ne garip değil mi? Avustralya’dan Amerika’ya gelirken bir Türk’le karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum. Peşinden nemli gözlerle:

– Bana adınızı söyler misiniz? dedi.

“Ömer” cevabını verdim.

Merakla tekrar sordu:

– Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?”

– Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.

– Senin adın Müslüman adı mı?

– Evet, Müslüman adı” deyince yüzüme baktı, doğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:

– Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi, şimdiden sonra “Anzaklı Ömer” olsun.

– “Olsun” dedim.

– “Peki doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?”

Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş..

– “Tabii” dedim.. “Müslüman olmak çok kolay.” Sonra kendisine imanın ve İslam’ın şartlarını anlattım, kabul etti. Hem kelime-i şahadet getiriyor, hem de ağlıyordu. Mırıldandı:

– Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah’ımı ansam olur mu?

Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Hemen bir tespih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih çekiyor, biz de tedavisiyle ilgileniyorduk. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti.

– Beni yalnız bırakma olur mu?”

– Ne gibi Ömer amca?

– Ara sıra gel de bana İslamiyet’i anlat. Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor.” O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum;

“Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gidin!

Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum, kendisine Kelime-i Şehadet söylettirdim, o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti.

Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim, ağladım. “

Madem ki; düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve adil Türkler var, üzerinde hakikatin, adaletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir güneş ülke neden vücut bulmasın.”

FEDAKÂRLIK

Ahmet o zamanlar 10-11 yaşlarında bir çocuktu. Kurtuluş Mücadelesini gazeteden takip ediyordu. İçinde dinmeyen bir ateş vardı. Çocuk yaşına rağmen Mustafa Kemal Paşa’nın yanında olmak, düşmanla çarpışmak için büyük bir arzu duyuyordu.

Bir gün evlerine bir mektup geldi. Bu mektup her evden ordu için birkaç eşya göndermelerini rica ediyordu. Doğrusu zaten Ahmet’in babası yoktu ve oldukça yoksuldular. Ahmet’in annesi ne gönderebilirler diye düşünüyordu. Ahmet köşe bucak evi araştırdı ama askerlere gönderecek kadar iyi bir şey bulamadı. Sonra bir an üstüne baktı. Giydikleri rahmetli babasından kalmıştı ve ona büyük geliyordu. Giysileri sağlamdı. Çoraplarını ve gömleğini çıkardı. Hemen bir kese kağıdıyla paketledi. Annesine verdi. Annesinin gözünden bir damla yaş süzüldü. Hiçbir şey demeden paketi alıp evden çıktı. O da yapmaları gerekenin bu olduğunu biliyordu.